3 Mayıs 2020 Pazar

YAZIN DÜNYASINI DEVİNGEN Kılan "İMGESEL İLETİŞİM"


YAZIN DÜNYASINI DEVİNGEN KILAN"İMGESEL İLETİŞİM"

Dil her sanatçının(yazar/şair) ana sermayesidir; ilk ve son durağıdır. Bu büyük imkan ile sanatçı kendi bilgi ve tecrübesi ölçüsünde dili bir araç olarak kullanıp eserine başlangıç yapar ve ulaşmayı tahayyül ettiği nihai noktaya bir şekilde varmaya çalışır. Bu nihai nokta okurun zihninde, hayatında ve belki de en önemlisi imgeleminde yer etmek ve eseri bağlamında yeniden üretilmektir; anlam bulmaktır. Bunu, kendisine verilen sadece dil imkanı ile değil aynı zamanda geniş hayal gücünü ve dünyaya bakış yeteneğini kullanarak da yapar. İşte bu yetileri ile sadece kendine mahsus olan bir imge dünyası yaratır. Bu imgeleri dilini kullanarak bir "kar örtüsü" şeklinde bezeyerek  okura sunar ve ondan bu örtüyü kaldırmasını hatta yeni yeni örtüleri de onun oluşturmasını ister. Sanat metinlerinin dönem okuruna seslenmesini ve yıllar sonrasına kalmasını sağlayan kurgusal bağ da bu etkileşimle olur.


Biliriz ki her nitelikli okur, kendine farklı tekniklerdeki "imgesel iletişim"lerle gönderilen yazınsal metni; okuma ve alımlama yöntemiyle hem tüketir hem de bunu yaparken  yazardan ve metinden bağımsız olarak kendi donanımıyla onu yeniden üretir. Bu devingenlik hali, biz okurun okumaktan gayesini de belirler zannımca.  Bu noktada şunu ifade etmek gerekir ki okura gönderilen her metnin okurdan aldığı karşılık aynı değildir. Çünkü okur çok kurnazdır. Eğer emek verilmemiş,  bütün sınırlarıyla dili zorlayıp yeni anlam ve bakış açıları üretmemiş, yarına değil de sadece şimdiye cevap olmuş hiçbir yazınsal söylem okurdan beklediği ilgiyi görmemiştir, görmeyecektir. Hele de günümüz okuru bu yeterlilikte son aşamaya gelmişken(gelmesi gerekenlerin de olduğu muhakkak) yazarın yaptığı sadece boş bir uğraş olarak kalacaktır. Kısaca yazarı ve oluşturduğu yazınsal metni anlamlı kılan okurdur. O yoksa ne yazardan ne de onun oluşturduğu yapıtından söz edilebilir. Bir üçgenin kenarlarını  oluşturan bu üçlü arasındaki irtibatın sağlam oluşu yazın dünyasının da devingen oluşuna işarettir.


Uzun zamandır masamda okuma kaderini bekliyordu "İmgesel İletişim". Dünya edebiyatında birçok kaynağa gönderme yapan Melik Bülbül; dil, imge, iletişim, yazın, nitelikli okur, okuma, alımlama ve yeniden üretme gibi konularda bize çok şey söylüyor. Bizi okur olarak metne kilitlenme taktikleriyle aydınlatıyor. Teknik tabirlerin fazlalığı ve mevzunun bir şekilde aynı çember etrafında dönmesi metni okunurluk noktasında ikinci plana itiyor.


Yazınsal alemde okurun kendi rolünü her zaman bu denli diri tutması gerektiğini ifade eden bu ve benzeri kitapları okudukça  "acizane yazmamın" da beyhude bir emekten başka bir şey olmadığını daha iyi anlıyorum. Onca güzel metni okuyup yeniden onların dünyasında kaybolup yol bulmak, binlerce "kar örtüsü" temizlemek ve dilin gücünü keşfetmek varken sıfırdan bir dünya kurmamın gayesi nedir ey kendim?


Vahdettin Oktay BEYAZLI

25 Nisan 2020 Cumartesi

TOLSTOY OKUNMAYA DEVAM EDİYOR


TOLSTOY OKUNMAYA DEVAM EDİYOR

Büyük romancı Tolstoy'un ölmeden kısa süre önce derlemesini tamamladığı Hayat(Yaşam) Yolu adındaki 31 kitaptan oluşan seri risaleleri, Şule yayınları tarafından edebiyatımıza kazandırılmaya devam ediyor. 

Kıymetli kardeşim Dr. Öğretim Üyesi Bekir Belenkuyu, dilimize çok önceden kazandırılan bu eserleri Osmanlı Türkçesinden günümüz Türkçesine aktardı. 

İlk kitap Ruh ve Ölüm (serinin 2. ve 29. kitapları) 2019 yılının sonlarına doğru çıkmıştı. İkinci kitap ise Aşk ve Öfke adıyla (seri risalelerin 5. ve 11. kitapları) 2020 Mart ayında okuyucuyla buluştu.

Aşk ve öfke iki karşıt duygu olmaları yönüyle bir hayli dikkat çekiyor. Kitap iki bölümden oluşuyor: Aşk ve Öfke. Tolstoy'un hem kendi düşüncelerinin hem de bazı düşünürlerden yaptığı alıntıların yer aldığı bu kıymetli çalışma Tolstoy okuruna hayırlı olsun.

" Dünyadaki en büyük iyilik ve en yüce ihsan ise bütün insanlara muhabbet etmek ve güzel bir şekilde onlarla kaynaşmaktır." (s. 26)

" Erdemin; cesaret ve kuvvette olduğunu zannetmeyin. Eğer öfkene üstün gelir, seni inciteni affedip muhabbet gösterirsen, işte o zaman sen, insanların yapabileceği en iyi hareketi yapmış olursun. (s. 50)

Bu ve bunlar kadar altını çizip hayat düsturu edineceğimiz çokça müthiş cümle yer alıyor kitapta. İnsani taraflatımızı tekrardan hatırlamak adına iyi bir kitap Aşk ve Öfke.

Kıymetli Bekir Belenkuyu kardeşimi ve Şule yayınlarını tekrar tebrik ediyorum, bize bu güzel eserleri sundukları için. Serinin diğer kitaplarını beklediğimizi de peşinen ifade ediyoruz.


Vahdettin Oktay BEYAZLI

11 Şubat 2020 Salı

MODERN İÇİNDE MODERN "POSTMODERNİZM"


MODERN İÇİNDE MODERN "POSTMODERNİZM"


Başlangıç tarihini 17. yüzyıla değin götürebildiğimiz akıl çağı ve beraberinde ortaya çıkan modernlik düşüncesi, kesin çizgilerle 20. yüzyılın başından beri vardır. Edebiyatta bilhassa roman ve öykü gibi anlatı türlerinde yansımalarını gördüğümüz modernizm, bir ailenin şımarık son çocuğu gibi kendinden önceki kardeşlerini yok saymış ve bütün dikkatleri kendi üzerinde toplamayı amaçlamıştır. Bundan olarak romandaki kekin atılımlar, bu düşünce eksenli okunmalıdır.

Dünya romanında en hakiki kalelerden olan Dostoyevski kendi varisini belki belirlemedi ancak Kafka o postun emin ellerde olduğunu emsalsiz örneklerle gösterdi. Modern romanın en özgün temsilcisi Dava, Şato ve Dönüşüm romanlarıyla sadece Kafka değildi tabii ki. Wirginia Woolf, James Joyce ve Marcel Proust da bu muhitte kalem oynattılar.  1960'lara kadar modernizmin rüzgarı esmeye devam eder. Ne ki Amerika ve Avrupa'da altmış sonrası bu rüzgarın yönünü değiştirip belki onu altüst edecek daha sert bir rüzgar çıkar ortaya. Hem de kendi içinden bir rüzgardır bu: Postmodernizm. "Edebiyat, kendinden bıktığı yerde yenisini üretir; dünya edebiyatı boşlukları doldurmakta geç kalmadığını her zaman göstermiştir." ( Gümüş, s. 23) 

Tanzimat Dönemi'yle edebiyatımıza giren roman, deyiş yerindeyse Batılılaşma izleğiyle kol kola yürütmüştür yıllarca.  Ancak bu yürüyüş beraberinde  modernizmi getir/e/memiştir. Türk romanına modernizm ve devamındaki postmodernizm; dadaizm, sürrealizm ve varoluşçuluk akımlarıyla ancak sonraki yüzyılda girer.

Türk edebiyatında modernizm izleri yüzyılın başında belirmez hemen. Çünkü hikaye bağlamında olmasa da roman nevi bağlamında klasik ürünlerimiz bile tam anlamıyla rayına oturamamıştır. Roman ve hikaye yazarı yeni limanlara demirlemek için ancak 1950'li yılları bekleyecektir. Nihayetinde elli kuşağı hem hikaye hem de roman alanında modernizmi yansıtan özgün ve teknik yapıtlar meydana getirirler.  Vüsat Orhan Bener, Bilge Karasu, Orhan Duru, Ferit Edgü, Yusuf Atılgan, Leyla Erbil, Sevim Burak ve Demir Özlü bu kuşağın yetkin sanatçıları olurlar.  Şunu da ifade etmek gerekir ki anlatı geleneğinin bu sıçrayışının yanı sıra şiirde de 30'lu yıllarda Nazım Hikmet'le başlayıp 40'ta Garip, 50'li yıllarda Mavi, Hisar ve İkinci Yeni'yle modern atılım gerçekleşir.

1960 Darbesi sonrasında toplumsal hayatta meydana gelen özgür ortam edebiyata da tesir etmiş ve 50 Kuşağının ilk örneklerinden sonra artık yeni yeni örneklerle tanışmış oluruz. En nihayetinde Oğuz Atay'ın (1972) Tutunamayanlar'ı, postmodern Türk romanının ön sözü olarak karşımıza çıkar. Oğuz Atay'ı; Adalet Ağaoğlu, Orhan Pamuk, İhsan Oktay Anar, Hasan Ali Toptaş, Latife Tekin, Metin Kaçan, Murat Gülsoy, Ayfer Tunç, Murat Yalçın gibi yazarlar takip etmiştir.  2000 sonrasında Türk romanının büyük bir kısmını; modernizmin içinden çıkıp geleneği reddetmek yerine onu, kurgu ve tekniğin bir parçası olarak kullanan postmodernizm oluşturur.

Son yüzyılın edebiyat menşeini oluşturan bu iki kaynağı  karşılaştırmak değil tabii ki gayemiz. Bu bağlamda eleştirmen Semih Gümüş'ün ifadesi yerindedir: "Modernizmi postmodernizmle aynı kefeye koymak ya da tartmak aklımdan geçmez; bizim edebiyatımızda bile modernizmin yarattığı dünya, bugün sahip olduğumuz edebiyat kültürünün itici gücü, neden sonra doruğu olmuştur." (Gümüş, s. 53)

Modernizmi ve postmodernizmi bu kadar konuşulur kılan; hiç şüphesiz yazarın daha doğrusu anlatıcının o baskın ilahi bakışının yerini çoğul bakışın ve eserlerde "ne anlatıldığından ziyade nasıl anlatıldığı" yaklaşımın almasıdır. Ayrıca önceki dönem yazar veya metinlerle pastiş, parodi, ironi, montaj, kolaj ve bunların bütününü ifade eden metinlerarasılık teknikleriyle kurulan ilişki de bir diğer meseledir. Tabii ki bu tekniklerin haricinde postmodern roman için bana göre bahsedilmesi gereken en önemli husus "okur"dur. Çünkü yazarın asıl güç kaynağını bizzat kendisinin ve kurgusunun da bir parçasını oluşturan okur oluşturur. Bu bağlamda meramımızı William R. Everdell'in ifadeleriyle netleştirelim: " Yazarları yazar yapan okurlardır ve yazarlar, okurların bu iyiliğinin karşılığını, hepsinden daha obur okur olmakla öderler."

Edebiyatta kendinden sıkça söz ettiren eserler, tıpkı Tutunamayanlar gibi yazıldığı dönemde gelenekselin dışına çıktığı gerekçesiyle yadırganmıştır. Ancak zaman sonra bu yadırganan tutum, kendini o eserin dokunulmaz oluşuna bırakmıştır. Bu bağlamda modern olanın da aslında kendinden önceki bir başka moderni yadırgattığını ve haliyle modernizmden yeni bir modern olarak da postmodernin çıktığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Vahdettin Oktay BEYAZLI







4 Eylül 2019 Çarşamba

TÜRKÇEYE BİR DE BU AÇIDAN BAKMAK GEREKİR


TÜRKÇEYE BİR DE BU AÇIDAN BAKMAK GEREKİR

İnsan Açısından Edebiyat, Yaşama Felsefesi, Türk Felsefesinin Boyutları gibi eserlerlerle nitelikli okurun çokça istifade ettiği bir düşünür Nermi Uygur. Hocanın bir diğer önemi ise  yaşayan en büyük felsefecimiz Ş. Teoman Duralı'yı  yetiştirmiş olmasıdır.

Dilin Gücü 1962'de birinci baskısı yapılan ve Nermi Uygur' un dil hususundaki fikirlerini ortaya koyan kıymetli ve bir o kadar okuru yoran bir kitap.  Kafka’nın deyişiyle: “Bir kitap, içimizdeki donmuş denize inen balta görevi görmelidir.” bir balta gibi içimin derinliklerinde oyuklar oluşturdu.

Dil ki hep konuşulur, anlatılır yorum ve fikir ortaya atılır ancak tam olarak ne olduğu kesin çizgilerle belirlenemez. İşte bu belirsizliğe rağmen dil, yine de insanın yaşadığı dünya parçasında varoluş sürecindeki ana koşuldur.  İnsan diliyle bir ağırlık kazanır bu mekanda. Kısaca insan dili kadardır demek isterim. Bu cümleden olarak dil her dönemde canlıdır ve en güncel halini korumaya devam edecektir.
Anadilin Bağlayışı, Güçlü, Söz, Dil ve Çeviri, İki Köpecik, Anlamın Çıkmaları, Babil Kulesi, Arıtıcılar, Dildeki Felsefe, İnsan Olurken ve Susmak başlıklı denemelerden oluşuyor kitap.

Bir dönem bulunduğu Almanya yıllarında Türkçeye duyduğu hasreti ilk bölümde ele alıyor Uygur. Ana dili üzerinde dururken insanın bir diğer adının "konuşan" olması gerektiğini ifade eder ve insanın ana dilinden sıyrılmaya kalkışmasını dünyanın en zor işi olarak görür. Bu durum hakikaten öyledir. Nazım'ın dediği gibi "İnsan tehlike karşısında ancak ana diliyle feryat edebiliyor." Kaç farklı dil öğrenirse öğrensin insanın gittiği her yere kendinden dahi önce götürdüğü ilk şey ana dilidir. Çünkü alın yazısı gibi ana dili de yapışıktır insana.  İnsan ana dilince sever, nefes alır ve ana dilince hükmeder dünyaya.  Ana dili dışında konuşulan en güzel dilde dahi insan bir kiracıdır. Çünkü onun olmayan bir mülkte ikamet eder, ona emanetçilik yapar. Oysa ana dili öyle değildir çünkü ölüm döşeğindeki son söz bile ana dilince ifade edilir. "Ana dilinin çekimine karşı konamaz." (s. 17)

Sonraki bölümlerde dile dair fikirler devam eder. Dil en büyük saygıyı hak eden bir kurumdur. Çünkü insanın  en vazgeçilmezi dilidir. Onu işinde ve dünya mekanında güçlü ve başarılı kılacak olan da yine dildir. Tabii ki bu denli vazgeçilmez olanın bir de korkunç bir öfkesi vardır. Dilini etkili kullanan toplumlar kültürel ve siyasal manada güçlüyken kullanmayanlar ise güçsüzdür.

Dilin açığa çıkmış hali olan "söz"e de değinmek gerekir. Dini kaynaklarda "Önce söz vardı." ifadesi dilin kutsallığını da ortaya koyar. Çünkü insan söz vermekle en büyük işe koyuldu: "Sen bizim Rabb'imizsin!" Bu bağlamda Nietzsche "İnsan söz verebilen bir hayvandır." diyerek insanın kimliğinin verdiği sözde gizli olduğunu belirtmiştir.

Kitabı, yazarıyla ilişkili kılan ise "Dildeki Felsefe" bölümü. "Bir dilin dünya görüşü, o dilin dünya yorumu, dünyanın o dille, o dildeki kuruluşu, düzenlenişi, dünyanın o dili konuşanlara büründüğü biçimidir." (s. 81) Konuşulan bir dil tek başına bir dünya görüşü ifade etmez. Ancak pek çok etkilerin ortaklaşa verimi bunu oluşturur. Her ulusun ve topluluğun dildeki sözcüklere verdiği anlam, dünya görüşünün yanında dünyaya bakışıyla da alakalıdır. Bir dilin sınırı, o toplumun düşünce sınırını da belirler şüphesiz. "Aslında neyi, nasıl düşüneceğimi bana dilim buyurur. Düşünme yazım dilidir. Düşünmenin aktığı yol dilimin çizdiği yoldur. Onun için düşünen herkes bu düşünmelerinde yansıyan dünya görüşünü konuştuğu dilden devşirmiştir.

Kitaptaki son deneme ise Susmak. Susmaların anlamı bir bakıma konuşmalardadır. Konuşmaya kulağını tıkayan, susmanın ne olduğunu öğrenemeyecektir. " Toptan Susma kadar insanın yaşamasını aykırı düşen bir davranış tasarlanamaz. Toptan susalım yok oluruz." (s. 101) Susmak kutsaldır ancak yeri ve zamanı gelince susmaksa eğer. Çok tuhaf şey susma. Yani konuşma olmasa zaten susma olmayacaktır.  Susmak bir derinliktir. Antakyalı Publilius bu noktada son sözü söylesin:

" Susma aptalda bilgelik yerine geçer. "
" Türkçem ses bayrağım." dilin en güzel taraflarını ve zorlu yollarını özgün bir dille alan bu eser, mutlaka dil zevkinizi bir üst noktaya taşıyacaktır.

Vahdettin Oktay BEYAZLI



12 Ağustos 2019 Pazartesi


ŞİİR BİR YOLDUR İNSANIN GEÇMİŞLE ARASINDA

Divan şiiri ölmedi ve dahi edebiyatımızda hep var olmaya devam edecektir. Kullanılan söz sanatlarından tutun da gerçekçi olmayan benzetmelerine kadar eleştirilen divan şiiri ve şairi çok anlamlı haliyle okurunu ve üzerinde emek harcayanını çok uğraştırmaktadır. En basit beyitlerde bile sözcüklerin tevriye ve iham yoluyla okuru farklı yorumlara taşıdığı görülür. Hal böyleyken divan şiirinin şerh edilmesi tabii ki geniş çaplı bir çalışma ve derin bir şiir bilgisi gerektirmektedir. Bu sahanın en karizmatik isimlerinden merhum Mehmed Çavuşoğlu'nun ilk baskısı 1982'de yapılmış Divanlar Arasında isimli eseri, bu şerh işinin ne denli zahmet gerektirdiğini gözler önüne serer.  Merhum Çavuşoğlu ki çalıştığı alanın hem tanınmış simalarından bu tecrübeyi edinmiş hem de sonraki nesle bu edebiyatın hakikaten bir zevk meselesi olduğunu bırakmıştır.
Eser boyunca bilhassa Mehmed Çavuşoğlu, bir beyit aracılığıyla yola çıkıp onlarca beyite bizi ulaştırıyor. Bu yolculuk esnasında ismini ilk duyabileceğimiz - en azından benim öyle oldu- şairlerle tanıştırıyor bizi. Tabii ki bu noktada Hoca'nın tezkire okumalarının büyük bir katkısının olduğunu da söylemek lazım. Hoca bazen bir kelime ile bazen bir kavram veya ifade ile ve bazen de isimler ile divan şiiri ormanında r gezintiye çıkarıyor bizi.
Kitap boyunca bahsi geçen şairler  bilhassa 16. yy.da yaşamış olanlar. Ancak bu dönem edebiyatını besleyen önceki asrın simalarından ve bu  yy.dan etkilenmiş sonraki asırların simalarından da bahsediliyor.  Sunuş bölümü hariç yirmi bir yazıdan oluşan eser 126 sayfa olmasına rağmen okurunu ve ilgilisini tatmin edecek kadar zengin bir mahiyete ve özgün bir üsluba sahip. İsminden de anlaşılacağı üzere bir divan şiiri araştırmacısının "Divanlar Arasında"ki eğlenceli ve bir o kadar da zahmetli yolculuğunu sunuyor bizlere.
Kitap boyunca daha önce karşılaştığım veya ilk defa okuma şerefine sahip olduğum onlarca beyit var. Bunlardan biri var ki okuyana veya yazana elindeki her şeyi artık bırakma zamanının geldiğini muştular cinsten.  Divan şiirinin gül redifli gazel yazanlarından biri olan Necati beni belki en çok sevdiğim şeye tekrar yolcu ediyor: Susmak.
İşte o etkileyeci üç beyit ile yazımı nihayete erdiriyorum:
"Var iken yüzün güle meyl eylemez dil bülbülü
Arife bir gül yeter lazım değil tekrar gül" (Necati)
"Senin yüzün varken gönül bülbülü gülle ilgilenmez; anlayışı olana bir gül yeter, başka gülün gereği yoktur."
"Gördüm ey dil minnet ister vermeğe dünya murad
Ana minnet etmeden kurtuldum oldum na-murad" (Edirneli Emri Efendi)
"Ey gönül, gördüm ki dünya muradım vermek için (ona) minnet etmemi istiyor. Murad etmekten sıyrılarak ona minnet etmekten de kurtuldum."
Bunlar gibi daha nice güzel mısralar var. Necati, aşkın o sadakat kılıcını aşığın boynuna tek celsede indirir ve günümüz salaş aşklarına asırlar evvelinden kulağa küpe olacak bir söz söyler. E. Emri Efendi ise dünyanın minnet yuvasını hatta bunu en başta dünyanın bizzat kendisinin yaptığını söyler. Minnet etmekten kurtulmanın tek yolu ise murad etmekten vazgeçmektir.
Son beyit dünyaya kazık çakmakla nam salan insanın övünmek için seçtiği iki yoldan bahsediyor:
"Cahilin fahri cem'-i mal iledir
Arifin izzeti Kemal iledir" (Ahi)
Vahdettin Oktay BEYAZLI

7 Ağustos 2019 Çarşamba


HER KİTAP MÜPTELASI "KAĞIT EV"E SAHİPTİR

Okumak yeni dünyalar keşfetmekse kitaplar, biz okurları dünyanın her çağına ulaştıran en güncel pusulalardır. Mevla hem okumak yetisinden hem de kitap tutkusundan mahrum etmeye bizi.

Henüz okuduğum Kağıt Ev romanı; bu tutkuyla ev inşa eden bir kahramanın Carlos Brauer'in okuma ve kitap bağımlılığını ortaya koyarken bir başka okuma tutkunu Bluma Lennon'un kitap okurken ölüme gidişini, bir diğer kişi olan anlatıcı kahramanın akademideki odasına isimsiz biri tarafından gönderilen Gölge Hattı(Joseph Conrad) kitabının kim tarafından gönderildiğinin takip edilmesiyle hayat buluyor.

Anlatıcı kahramanın Carlos Brauer'e ulaşırken tanıştığı iki okuma meraklısı da romandaki diğer önemli karakterler. Bilhassa Delgado adındaki ikinci kişinin okumaya ve kitaba dönük görüşleri kayda değer:
"Gerçi çok sınırlı bir okur olduğumu da itiraf etmem gerek. İlla tüm dipnotları okumam, her kavramı anlamam lazım, dolayısıyla bazen sadece tek bir bölümü anlamak için yirmi kitap daha okumam gerekiyor. Bu işe kesinlikle bayılıyorum." (s. 39)

Yazar-anlatıcının aşağıya alıntısını yaptığım kitap ve okumaya dair görüşleri de kayda değer cinsten:
"Çoğunlukla bir kitaptan kurtulmak ona sahip olmaktan daha zordur. Kitaplar, sanki asla geri dönemeyeceğimiz  bir anın tanıkları gibi, bir ihtiyaç ve unutkanlık anlaşmasıyla tutunurlar insana. Oysa orada kalmaya devam ettikleri sürece onları birbirlerine yamadığımızı zannederiz. Üstlerinde gün, ay ve yıl yazan sayısız kitap gördüm ben; gizli bir takvimi oluşturur her biri. Başkaları ise ödünç vermeden önce adlarını yazarlar ilk sayfaya, teslim edecekleri kişiyi defterlerine kaydedip Bir de tarih atarlar yanına." (s. 20)
" Biz okurlar sadece eğlence amaçlı olsa bile arkadaşlarımızın kütüphanesini gözleri. Bazen sahip olmadığımız ama okumak istediğimiz bir kitabı bulmak için yaparız bunu, bazense karşımızdaki hayvanın ne ile beslendiğini öğrenmek için... " (s. 22)

Romanın ana kahramanı ve kitaba ismini verecek Kağıt Ev'i inşa eden Carlos Brauer o denli kitap müptelasıdır ki evinin her köşesini kitap ile doldurmuştur. Banyosu bile kitap doludur. Hatta garajına kitap koyabilmek için arabasını bir arkadaşına hediye eder.  Yirmi bin civarındaki onca kitabın hangi bölümde ve nerede yer alacağı/aldığının kaydını bir dosya ile tutar. Ancak bir kaza sonucu bu dosyası yanar ve olanlar bundan sonra başlar. Carlos Brauer bütün kitaplarını alır deniz ve lagün arasındaki kum şeridinde bir ustaya malzemesi kitaptan olan bir ev inşa ettirir. Önceleri kitapları itinalı bir şekilde raflara belli kurallara göre dizen Carlas Brauer, inşaat ustasından artık buna benzer bir talepte bulunmaz.

Romanın olay örgüsünü bağlayan en önemli nokta ise anlatıcının odasına isimsiz biri tarafından gönderilen harçlı ve çimentolu kitabın işte bu Kağıt Ev'in duvarından çıkarılmış olmasıdır. Bulma Lennon, önceden tanıştığı Carlos Brauer'den Gölge Hattı eserini istemiş ve o da evin yıkılması pahasına duvarları çekiç darbeleriyle açmış ve o esere ulaşarak Lennon'un adresine kitabı göndermiştir. İşte anlatıcının peşinden gittiği macera böylece başlamıştır. 
Tabii ki romanın yapbozunu sağlayan unsur ve macarayı başlatan ise yazar anlatıcının, kitap okurken araba kazasına kurban giden akademisyen Bluma Lennon'un görevine getirilmek istenmesidir. Roman böylece başladığı yere ulaşarak nihayete eriyor.

Hep kitaplar kaderini değiştirmez insanın bazen de "İnsanlar kitapların kaderini değiştirir." (s. 69) Okuma kaderiniz ve kitap tutkunuzu değiştirecek bir kitap Kağıt Ev romanı.

Vahdettin Oktay BEYAZLI

17 Haziran 2019 Pazartesi

Edebiyat ve Suç

Edebiyat ve Suç / Prof. Dr. Ahmet Sarı

Dünya edebiyatının bu en güzel dört romanını bir de Ahmet Sarı üstadın "Edebiyat ve Suç" kitabı eşliğinde okumak lazım.

Değerli Ahmet Sarı; romanları dini, toplumsal ve edebi açıdan etraflıca ele alıyor. Roman kahramanlarının bilhassa suça meylini ve bu durumun romandaki çatışma unsurunu nasıl oluşturduğunu görüyoruz.

Kırmızı Pazartesi romanında Santiago Nasar, Yabancı romanında Meursault, Suç ve Ceza romanında Raskolnikov ve Dönüşüm romanında Gregor Samsa özelinde edebiyatın suçla imtihanını ele alır yazar. Bu bağlamda suç toplumsal bir sonuca ulaşıp vicdan muhasebesiyle dini arınmışlığa mı ulaşıyor yoksa G. Samsa nezdinde  Kafka'nın köken suçundan toplumsal ve bireysel yalnızlaşma mı beliriyor.

İlk insan ve peygamber  Hz. Adem'le başlayan suç nesiller boyu devam ederek binlerce dini ve edebi metne konu olmuştur.  Bu bağlamda eserleri iyi tetkik eden Sarı, romanları hem yazarların kendi eserleriyle hem de başka metinlerle paralel okumaktadır.

Kapanış hariç dört bölümden oluşan eserde en çok Yabancı romanına ve romanın absürt kahramanı Meursault'e yer verilmiş. Ahmet Sarı; Yabancı romanıyla Mutlu Ölüm romanını hem karakter hem de metin odaklı karşılaştırır, Sisifos Söyleni ile absürt ve başkaldırı odaklı değerlendirilmesini yapar, Yanlışlık oyununun Yabancı'da geçen bir iç hikayeden genişletildiğinden bahseder.

Bahsi geçen roman ve yazarların daha anlaşılır hale geldiği bu eser Sarı'nın zirve eserlerinden olmaya aday.

Vahdettin Oktay BEYAZLI



10 Haziran 2019 Pazartesi

Fuji-yama Şüphesi

Mekanın Cennet Olsun Bozkırın Bilgesi

Aytmatov eserlerinden çokça bahsedildi ve birçoğu okundu. En çok beğenilen eseri Gün Olur Asra Bedel romanı. Belki bu kişiden kişiye değişir. Dişi Kurdun Rüyaları olur veya en güzel aşk romanı olarak ifade edilen Beyaz Gemi olur. Bunlara diğer hikaye ve romanları da dahil edilebilir.

İsmi geçen eserlerin tamamını ve dahi diğer eserlerini de okuyan biri olarak en çok etkisinde kaldığım hiç şüphesiz Fuji-yama oldu. Neden mi?  Şaşkınlığı ve şüpheyi merak etmez misiniz?

Bazen merak insanı bilinmeze ve bulunmaza sürükler. Tavsiye hükmündedir. Merak ediniz efendim. Belli okursunuz.

13 Mayıs 2019 Pazartesi

Edebiyat Eleştirisi / Bilgin Güngör


EDEBİYAT ELEŞTİRİSİ / Güngör Bilgin
Dünya edebiyatında özellikle 19. yüzyıl sonrasında gelişme gösteren ve günümüzde birçok türü bulunan eleştiri kuramları üzerine hem Batı hem de Türk edebiyatında onlarca eser kaleme alınmıştır. Bunlar arasında bana göre eleştiriyi tanımak ve eleştiri kuramlarından hareketle edebiyat eleştirisi örnekleri görmek adına özgün bir eser Kıymetli Bilgin Güngör Hoca'nın "Edebiyat Eleştirisi" kitabı.
Son yüz elli yıllık edebiyat serüveninde boy gösteren on beş eleştiri kuramını, örnek uygulamalar ile tanıtan bu kıymetli eser eleştiriye yeni başlayanlar için bir ilk adım, eleştiriye ilgi duyanlar içinse yeni bir soluk olacaktır. Tabii ki akademik anlamda da büyük boşluğu dolduracaktır.
Kıymetli Bilgin Güngör, Kasım 2015'te çıkan bu ilk kitabında; biyografik, sosyolojik, tarihsel, psikanalitik, arketipçi, fenomenolojik, ontolojik, stilistik, yapısalcı, naratolojik, postyapısalcı ve yeni tarihselci eleştiri kuramlarını tanıtıyor. Bu eleştiri kuramlarını, tamamını Türk edebiyatından seçtiği şiir, hikaye ve roman örnekleri üzerinde uyguluyor.
Kuram okumak çoğu okur için sıkıcıdır. Bu benim için de geçerlidir. Ancak bu eseriyle Güngör, kuramları sıkıcılıktan biraz daha uzaklaştır durumda. Bu duruma metin örneklerinin verilmesinin belirleyici olduğu kanaatindeyim.  Bu vesileyle kitaptan aldığım küçük bir alıntı söylediklerimi daha gerçekçi kılacaktır. Bu alıntıda Güngör, fenomenolojik kuram bağlamında Cemal Süreya'nın "Üstü Kalsın" şiirine yaklaşıyor.
"Ölüyorum Tanrım
Bu da oldu işte
Her ölüm erken ölümdür
Biliyorum Tanrım
Ama ayrıca aldığın bu hayat fena değildir
Üstü kalsın."
...
"Cemal Süreya'nın Tanrı'ya' avant-garde'ca şükretmesine dayanan 'Üstü Kalsın' şiirindeki Tanrı olgusu da-biraz Garip şiirinin orta halli bireyini ya da Behçet Necatigil'in 'orta yurttaş'ını anımsatmakla birlikte- kutsallık duygusunu yitirmiş, sıradan bir nesne haline dönüşmüş gibidir. Belki 'üstü kalsın' denilecek bir hayatın sahibi olmakla birlikte yüce bir varlık olarak söz konusu şiirde ortaya çıkan Tanrı, tüm bu özelliklere rağmen artık önünde diz çöküp saygı gösterilebilecek kutsi bir değer ifade etmez. Hatta iddia edilebilir ki söz konusu şiirdeki Tanrı olgusu, kendisine inanılacak bir varlık değil, şairin ölüm düşüncesi etrafında ironik bir şekilde temellendirdiği fikrin organik bir nesnesi gibidir.  (Güngör, 2015: 96-97) "
Metinden hareketle Kıymetli Bilgin Güngör'ün eser boyunca nesnel yaklaşımdan taviz vermediğini ve kuramlardan hareketle ele aldığı metinleri bilimsel ölçekte irdelediğini söyleyebiliriz. Sonraki eserlerinde de bu yaklaşımı devam ettiren ve çok üretken bir akademisyen olan Bilgin Güngör'ün editör olarak yer aldığı "Mikro Eleştiri"; "Anlatıyı Yapıdan Okumak", Postkolonyalizm ve Edebiyat ", " Yabancının Aşina Sesi: Yusuf Atılgan" ve "Görünüşe Bakarken" adlı kıymetli eserleri mevcut...
Kalemi daim olsun.
Vahdettin Oktay BEYAZLI

5 Mayıs 2019 Pazar

"BİN HÜZÜNLÜ HAZ"LA KENDİNİ ARAYAN ALAADDİN :BENDEN ZİYADE BANA YAKIN

"BİN HÜZÜNLÜ HAZ"LA KENDİNİ ARAYAN ALAADDİN: BENDEN ZİYADE BANA YAKIN

...
" Bir bakıma, zaman zaman üstünde oldu böylece. Zaman zaman altında oldu.  Zaman zaman yanında. Zaman zaman önünde. Zaman zaman sonunda. Zaman zaman peşinde. Zaman zaman içinde." (s. 82)
...
"... ve her şey kelimelerdendi artık kelimelerdendi sessizlik kelimelerden kız kelimelerden kakül kelimelerden gerdan kelimelerden hükümdar kelimelerden şarap testisi kelimelerden saray kelimelerden bakışlar kelimelerden duruşlar kelimelerden esneyişler kelimelerden kelimeler kelimelerden... "(s. 98)

Postmodern Türk romanının en özgün örneklerinden" Bin Hüzünlü Haz"da Hasan Ali Toptaş, bağlı olduğu roman anlayışının bütün tekniklerini (parodi, metinlerarasılık, üstkurmaca, imge vb.) başarılı şekilde ortaya koyuyor. Binbir Gece Masalları'nın o fantastik ve büyülü düzeninden modern zamanların iç içe geçmiş labirentinden ve anlatı çeşitliliğinden istifade edilmiş romanda.

Arayışın verdiği "Bin Hüzünlü Haz"la yazar/anlatıcı, Alaaddin' i arıyor. Bu şekilde Alaaddin de kendini aramaktadır. Ancak okur burada devre dışı kalmaz. Çünkü bu tür romanların en büyük özelliğidir okuru  "açık yapıt" yapıt içine çekmek. Bu cümleden olarak hem Alaaddin hem de yazar/anlatıcı okuru kendine peşine yakmıştır zaten. Kısaca en büyük arayışı okur gerçekleştirir ikisini arayarak. Bütün ipuçlarıyla okur; bazen yazar/anlatıcıyı ve Alaaddin'i bazen de metnin anlam ve estetiğini bulmaya çalışmaktadır.

Yazar kendinden çıktığı bu yolculukta kendi benine veya Tanrı'ya Alaaddin aracılığıyla  ulaşırken okur da kendinden ve metinden hareketle  yolun sonunda yine kendi benine varıyor. Metin içinde metin, insan içinde insan ve kahraman içinde kahraman yapısıyla roman belki de bu şekliyle sonsuzluğa ulaşıyor...

Şiirsel üslubu ve okuru yoran anlam boyutuyla Toptaş, en basit tabirle "okuru suya götürüp susuz getirmesini" biliyor. Çünkü postmodern romancı sadece bir roman yazarı değil aynı zamanda roman bizzat kendisidir de...

Vahdettin Oktay BEYAZLI


12 Ocak 2019 Cumartesi

AŞK ESTETİĞİ

AŞK ESTETİĞİ
"Aşk imiş her ne var alemde
İlm bir kıyl u kal imiş ancak" (Fuzuli)
İnsanı her yaşta ve mekanda sımsıkı saran ne güzel duygudur aşk. Her aklı başında, ki aşk gelince akıl devre dışı kalırmış, canlı bu muhteşem duygunun esiri olur. Esir olur doğru ve fakat canlılık özelliğinden de yine bu hal ile uzaklaşır insan... Mest/esrik/serhoş/sermest olur da uzaklaşır kendinden aşık. Fuzûlî olur bazen "Ger ben ben isem nesin sen ey yar / Ger sen sen isen neyim men-i zar" aşığın ve sevgilinin kim olduğunu şaşırır. Bazen Yunus olur "Yunus eydür benlügi aradan tarh edelüm / Senün ile bakayın seni göreyim Mevla" benliği aradan kaldırır.
Yazdığı çokça eseri ile Türk edebiyatının sanat gücünü, estetik değerini ve en önemlisi de geleneğinin genç kuşaklara bırakılmasını sağlayan Beşir Ayvazoğlu, bu Aşk Estetiği isimli ilk kitabıyla hakikaten zor bir mevzunun üstesinden hakkıyla gelmiş.
Doğu'nun edebiyat geleneğini, Batı'nın felsefe sistemini İslam'ın inanç kuvvetini ve divan şiirinin estetik değer yargılarını birleştirip üzerinde çokça konuşulmayı hak edecek bir şaheser ortaya çıkarmış. Bu eseri okudukça hem yeni şeyler öğrendim hem de nasıl güçlü bir geleneğe sahip olduğumuzu gördüm.
Sanatın, sanatçının, şairin, şiirin ve bunların hepsini yaratan o ulvi gücün ne gibi özelliklere sahip olduğuna bir kere şahit oldum...
Sanat güzelin peşindedir. Sanatçı en güzeli arar hep baktığında, yazdığında, çizdiğinde ve şekil verdiğinde. Kısaca en güzel olanı yaratıcı gücü  yani mutlak hakikat olan Allah'ı arar. " Sanatçı, bu çerçevede güzelliği yaratan değil, keşfeden adamdır. Çünkü sanat zaten var olan bir niteliği, güzelliği araştırmaktır. 'Güzellik' objektif bir nitelik olmadığına göre sözgelişi güzel bir ağacın resmini yaparak yahut kelimelerle tasvir ederek güzeli ulaşılamaz. Ağaç sadece bir işarettir( ayet). Güzel Niye bu işaretten hareket ile ulaşmak gerekmektedir. Duyularımızla kavradığımız güzel ağaç, biz farkında değilizdir ama sürekli bir değişme hâlindedir ('ol' emriyle sürekli yeniden yaratılmaktadır). Gerçek güzellik ağacın değişen niteliklerinde değil değişmeyen özündedir.Bu öze ancak soyutlama tecrit yoluyla ulaşmak Mümkün olabilir. "(s. 198)

V. Oktay BEYAZLI

YAZIN DÜNYASINI DEVİNGEN Kılan "İMGESEL İLETİŞİM"

YAZIN DÜNYASINI DEVİNGEN KILAN"İMGESEL İLETİŞİM" Dil her sanatçının(yazar/şair) ana sermayesidir; ilk ve son durağıdır. Bu...